Hepimizin bir hikayesi var. Kaçımız kendi hikayemizin anlatıcısıyız?
Bunu yapmaktan çekinmemizin en sık karşılaşılan nedeni, başkalarının hakkımızda ne düşüneceğine verdiğimiz önem.
Sonuç: Kendi sesimizi kaybediyoruz!
Oysa kişisel markalaşma, tam olarak burada başlıyor: Kendini olduğun gibi ortaya koymak, yaşadıklarını, öğrendiklerini ve hayallerini anlatmak. Başkalarının sizi tanımlamasına izin vermek yerine, hikâyenizi kendi kelimelerinizle anlatmak. Bizi, en çok da başkalarına ilham vermesini umduğumuz hikayemizi farklı kılacak şey tam olarak bu.
Tabii kendi hikayemizin anlatıcısı olmak beraberinde cesaret de isteyen bir şey. Belki hata yapacağız, eleştirileceğiz, yeterince iyi görünüyor muyuz endişesi her zaman peşimizde olacak.
İnsanlar kusursuz olanı değil, gerçek olanı sever. Sahici bir hikaye, iyi de anlatılıyorsa başkaca bir şeye çok gerek kalmıyor. Her ne meslek grubunda ya da hangi pozisyonda olursanız olun.
Deneyimlerimiz, zorluklarımız, dönüm noktalarımız ve hatta başarısızlıklarımız… İşte bizi biz yapan her şey, markamızı özgün kılar.
Kişisel markalaşmada bir konuda otorite olmanız gerçeği nasıl tartışmaya kapalıysa, bu yoldaki gerçekliğinizi ifade etme şeklimiz de konunun o denli değişmez parçası.
Sadece başarı hikâyelerini değil, yaşadığı zorlukları da paylaşanlar her zaman bir adım önde. İnsanlar kendilerini mükemmel olanla değil, mücadele edenle, gelişenle, pes etmeyenle bağdaştırıyor.
Sahip olduğumuz en kuvvetli pazarlama aracının kendimiz olduğunu unutmayalım.
Kendi hikâyenizi anlatın! Çünkü en iyi anlatıcı, sizsiniz.